Artık takım aidiyeti olan, armaya koşulsuz biat eden, Beşiktaş’ın menfaatlerini kendi çıkarının önüne koyan topçu sayısı çok az, ya da yok. Dolayısıyla Beşiktaş’ı sevdiren en önemli faktör paranın rengi haline geldi
Milli ara nedeniyle liglere yine ara verildi. Milliler tarihinde ilk defa İzlanda’yı yenmenin haklı gururunu yaşıyor. İzlanda’nın nüfusunun 400 bin kişiden ibaret. Euro 2016’da, benzersiz tezahüratları ve bazı oyuncularının yakın bir geçmişe (2018) kadar dişçi, yönetmen ya da fabrika işçisi iken futbola yaptıkları katkı hiç unutulmadı. O dönemde İzlandalı bir oyucu stadı dolduran seyircilerin çoğunu gündelik hayattan tanıdığını söylemişti. Dediğimiz gibi, küçük ve soğuk ülkenin, sıcakkanlı futbolcu ve seyircilerini tanımak, izlemek her zaman zevkti.
Lige verilen arada ya da sezon bitimlerinde futbolu/Süper Lig’i konuşmak zorlaştığı için spekülasyonlar öne çıkar. Yöneticilerin müktesebatı sorgulanır, futbolcunun hal ve gidişi konuşulur, hocaların açıklamaları önemsenir vs. Yeni aynı dönemi yaşadık. Okun Buruk Hoca’nın açıklamaları ile Fatih Terim’in konferansından bir polemik beklentisi vardı. Fenerbahçe Yöneticisi Acun Ilıcalı, geçmişte hiç olmadığı kadar çok hedef tahtasına kondu.
Biz yine iğneyi kendimize batırarak Beşiktaş’ta kalalım. Bir taraftarın işi, gücü takımın başarısı olmalı. Formasını almalı, kombinesini almalı, maça gitmeli, takımı desteklemeli, skor iyiyse keyifle, kötüyse öfkeyle ‘Ağaçlı Yol’da yürümeli vs. Ancak mesele Beşiktaş ise her taraftarın içinden bir ekonomist, maliyeci, CEO çıkar oldu. Niye? Çünkü Beşiktaş’ın borçları katlanarak artmaya devam ediyor. Mart ayında 8.4 milyar lire olan borç, eylül ayında yapılan açıklamaya göre 10.6 milyar liraya yükseldi.
Bütün yönetimlerin başarı vaatleri arasında her zaman borçları azaltmak var iken hiçbir yönetim döneminde borçlar azalmak bir yana geometrik olarak yükselmeye devam etti. Her yönetim kendin önceki yönetim hakkında raporlar hazırlattı, “enkaz devraldığını” ilan etti ama çare dünü kötülemek değil, borcu azaltmaktı. Olmadı.
Olması gereken nasıl gerçekleşecekti? Nasıl bir kulüp yönetimi ve nasıl bir borç yönetimi gerekliydi? Doğrusu kendi adıma yanıtım yok. Ama kamu bankalarının musluğun başına geçtiği ve giderek karar alma süreçlerine dahil olduğu bir Beşiktaş tehlikesi ile karşı karşıyayız. Endüstriyel futbol ve seyircisi yönetimlere, ‘hele bir üç-beş yıl hiçbir başarı vaat etmiyoruz’ dedirtmiyor. Diyeni kovarlar. Hal böyle olunca da borçlanarak, başarı çıtasını sürdürme gayreti ile borçlar arasındaki ikileme sıkışmış yönetimlerle tren sallanmaya devam ediyor. İsteyen trenin gittiğine inanıyor.
Rekabet parayla olmuyorsa, Beşiktaş’ın “değerlerimiz” dediği “öz gücüne güvenme” seçeneğinin konuşulduğu ama aslında kimsenin sabrı olmadığı görülüyor. Genç bir topçuya neden zaman ve fırsat tanınmadığı konuşuluyor ama tabi ki o konuşma bir beraberlik ya da mağlubiyet sonrası yapılıyor. Yani skora bağlı bir ‘öz gücümüze güvenelim’ söyleminden söz edebiliriz.
Artık takım aidiyeti olan, armaya koşulsuz biat eden, Beşiktaş’ın menfaatlerini kendi çıkarının önüne koyan topçu sayısı çok az, ya da yok. Dolayısıyla Beşiktaş’ı sevdiren en önemli faktör paranın rengi haline geldi. Topçu sonrasında taraftarı kazanmak için atışı serbest kılıyor. Beşiktaşlılar hatırlar, Opare diye bir bek alınmıştı. Aha gelişinin ikinci ya da üçüncü ayında “Beşiktaş için canımı veririm” samimiyetsizliği ile konuşmaya başladı. Dur bir yahu! Taraftarın seni benimsemesi için Pascal Nouma kadar liyakatın olsun, biz de yiyelim.
Neyse artık Necip’in feda dönemindeki duruşu dışında anabileceğimiz bir adanma hali kalmadı.
O adanma taraftara özgüdür.
T24/ Rıdvan Akar