İstanbul’un üç büyüklerinin Kuzey Avrupalı rakipleriyle bu sezonki beşinci randevusuydu bu. Galatasaray’ın Molde ve Kopenhag maçları, Fenerbahçe’nin Nordsjaelland karşılaşması ve dün geceki Bodo/Glimt-Beşiktaş müsabakası…
Hiçbirinden mağlup ayrılınmamıştı belki, ama bir tek Fenerbahçe’nin Danimarkalı rakibine karşı bir oyun üstünlüğü söz konusuydu. Diğer maçların hepsinde oyunun kazananı Kuzeylilerdi. Dün geceyse oyun yine kaybedildi, ama bu kez skor da kaybedildi.
Beşiktaş’ın başında çıktığı ilk iki maçta Şenol Güneş dönemine göre çok fazla değişiklik yapmayan Burak Yılmaz, sahada işler iyiye gitmeyince ve üzerine Galatasaray deplasmanında da kaybedilip şampiyonluk yarışında iyice geriye düşülünce, dün gece bir şeyleri değiştirmek gerektiğine karar vermiş gibiydi.
Amir Hadziahmetovic’in yanında sezon başından bu yana maç kadrolarına dahi girmekte zorlanan yeni transfer Jean Onana’ya şans veren Yılmaz, Alex Oxlade-Chamberlain’i sol kanatta kullanırken, Milot Rashica’yı ise forvet arkasında kullanmayı tercih etti. Taktiksel diziliş olarak sezon başından bu yana genellikle 4-3-3’ü kullanan takım, dün gece 4-4-1-1 ile sahadaydı. Ama ortaya konan futbolun niteliğinde pek değişen bir şey yok gibiydi.
SORUNLAR NEDEN DÜZELMİYOR?
Beşiktaş’ın yine ne oynamak istediğine dair bir şey anlaşılamadı. Topa sahip olmak mı, direkt hücum etmek mi? Önde basmak mı, geride karşılamak mı? Geriden oyun kurmak mı, uzun toplarla çıkmak mı? Merkezden hücum etmek mi, kanatlardan yüklenmek mi? Bu maçın sonunda da bu soruların hiçbirine bir yanıt bulunamadı. Rakip Bodo/Glimt’in ise hepsine yanıtları hazırdı. Hâliyle Beşiktaş rakibiyle oyunun hiçbir alanında baş edemedi.
Özellikle büyük takımlarda, birkaç kötü sonucun ardından takımdan bir tepki vermesi ve bir şeyleri değiştirmesi beklenir. Beşiktaş’ta ise kötü sonuçların sayısı bir hayli birikmesine rağmen beklenen tepki bir türlü gelmiyor.
Sezon başında Mert Günok, Gedson Fernandes ve Vincent Aboubakar başta olmak üzere, Omar Colley, Necip Uysal, Onur Bulut, Amir Hadziahmetovic, Salih Uçan gibi pek çok oyuncu iyi bir durumda görünüyordu. Fakat an itibarıyla takımdaki tepe aşağıya gidişin ardından artık sahada iyi görünen hiçbir oyuncu kalmadı. Bir takımda birkaç oyuncu kötü durumdaysa, bundan oyuncuları sorumlu tutabilirsiniz. Ama oyuncuların tamamı kötü görünüyorsa, orada oyuncuları da aşan, yapısal bir sorun söz konusudur.
Bu sorunlar da yalnızca saha içiyle sınırlı olmayabilir. Açıkçası Beşiktaş takımdaşlığını da kaybetmiş gibi görünüyor. Bunu da bu yaz yapılan skandal transfer operasyonuyla ilişkilendirmek mümkün. Kadroya yeni dâhil edilen hiçbir oyuncunun takıma net bir katkısı olmamasına karşın, bu oyuncuların hemen hepsinin eldeki oyunculardan çok daha yüksek maaşının olması, takım içi dengeleri de altüst etmiş durumda.
BİR TÜRLÜ KURTULUNAMAYAN HASTALIK: TRANSFER
Siyah-beyazlıların yakın tarihinde elbette çok kötü sezonları olmuştu. Bilhassa sekiz yıllık karanlık Yıldırım Demirören döneminde bunun gibi çok sezon bulunuyordu. Daha yakın tarihlerde de Şenol Güneş’in ilk dönemindeki son sezonu, ardından Abdullah Avcı’yla başlanan sezon ve Sergen Yalçın ile şampiyon bitirilen 2020-21’den sonraki iki sezon da birbirinden kötüydü.
Bu sezonlardaki Avrupa maçları da doğal olarak birbiriyle yarışacak kötülükte oluyor. 2019-20 sezonunda Abdullah Avcı yönetiminde Beşiktaş’ın Avrupa Ligi grubundaki rakipleri Wolves, Braga ve Slovan Bratislava’ydı ve siyah-beyazlılar bu grupta yalnızca üç puanla sonuncu olmuştu. Bundan daha kötüsü ise elbette mümkündü. 2021-22 sezonunda Sergen Yalçın yönetiminde Şampiyonlar Ligi’ne katılan Beşiktaş, bu kez Borussia Dortmund, Ajax ve Sporting Lizbon ile mücadele ettiği grubunu puansız bir şekilde sonuncu bitirmişti.
Ve şimdi, Avrupa’nın en düşük seviyedeki organizasyonu olan Konferans Ligi’nde; Club Brugge, Bodo/Glimt ve Lugano’ya karşı ilk üç maçında yalnızca bir puanla sonuncu sırada yer alıyor Beşiktaş. O bir puanı da Brugge deplasmanında normal şartlar altında farklı kaybetmesi gereken bir maçta nasıl aldığını herhâlde hatırlıyorsunuzdur.
Bu kötü sezonların hepsinin ise ortak bir yanı var: Transfer hastalığı.
Beşiktaş’ın geçen sezonun ikinci yarısında gayet iyi bir ilk 11’i vardı. Romain Saïss ve Nathan Redmond’ın kadroda tutulabildiğini ve hiçbir yeni transferin yapılmadığını düşünün. Bundan kötü olur muydu? Asla. Beşiktaş ise geçen sezon kadroda kiralık olarak bulunan Arthur Masuaku ve Tayfur Bingöl’ü saymazsak, 9 yeni transfer yaptı ve geçen sezondan çok daha kötü ve karmaşık bir takımı kendi elleriyle yarattı.
BAŞKA BİR GELECEK MÜMKÜNDÜ
Oysa 2020-21 şampiyonluğunun ardından Beşiktaş’ın önünde büyük bir fırsat vardı. O sezon kadroya dâhil edilen Ersin Destanoğlu ve Rıdvan Yılmaz’ın ardından her yıl iki özkaynak oyuncusunu daha A takıma çıkarıp, yıllardır kulübü tüketen transfer çılgınlığına bir dur deyip yeniden öze dönmek… Nitekim sonraki iki sezonda özkaynaktan yeni yetenekler çıkmaya devam etti: Emirhan İlkhan, Serdar Saatçı, Berkay Vardar, Demir Ege Tıknaz ve Semih Kılıçsoy.
Fakat siyah-beyazlılar geçen sezon Serdar, Rıdvan ve Emirhan’ı elinde tutamazken, kaleci Ersin formasını Mert’e kaybetti, Berkay bu sezon başında Moldova şampiyonu Sheriff Tiraspol’a kiralandı. Sonuç mu? Yok pahasına Braga’ya satılan Serdar, evveli gece Real Madrid karşısında Şampiyonlar Ligi maçına çıkarken, Beşiktaş’ın bu yaz Premier Lig’den transfer ettiği iki stoperi Eric Bailly ve Daniel Amartey, dün gece kadroda bile yoktu. Hâliyle şimdi kulübü devralacak yeni yönetimin önünde yeniden bir şeyler inşa etmeye girişmeden önce temizlemesi gereken koca bir enkaz duruyor.
Her şeye rağmen bu enkazın içinde açan iki çiçek var: Demir Ege ile Semih. Açıkçası Beşiktaş için bu sezonu anlamlı kılabilecek tek bir şey var artık; o da bu iki genç oyuncunun her maç mümkün olduğunca süre alması. Bu sezon Beşiktaş maçlarını seyredebilmek için bundan başka bir geçerli neden olamaz.
TEKNİK DİREKTÖRLÜK BU KADAR DEĞERSİZ BİR MESLEK Mİ?
Ama elbette önce yeni bir yönetime ve gerçek bir teknik direktöre ihtiyacı var Beşiktaş’ın. Eğer seçimin olmasına daha 52 gün varsa, o hâlde bu arada oynanacak 9 maç için de bir teknik direktör bulunması lâzım. Dün gece Burak Yılmaz, antrenörlük lisansı yeterli olmadığı için UEFA tarafından bir teknik direktör olarak kabul edilmedi. Saha kenarında o arkadaydı, öndeyse “yardımcı antrenör” Hari Vukas vardı. Maç sonunda da olan biteni bize izah etmek için kameralar önünde yine o vardı.
Beşiktaş artık bu kadarını da hak etmiyor. Umarım göreve gelecek yeni yönetim, bir önceki yönetime göre liyakat ilkesini daha çok önemser ve milyonlarca euro harcanarak kurulan futbol takımını en azından gerçek bir teknik direktöre emanet eder.
Onur ÖZGEN / GazeteDuvar