Küreselleşmenin siyasi kurgusunu oluşturan neoliberal politikaların sermaye odaklı kurgusu devletin rolünde de belirleyici oldu. Değişim sonucunda, süreç olarak otoriterleşen yönetimlere rağmen; yaşanan krizin sorumlusu olarak görülen ulusal modeldeki devlet mekanizmasının küçültülmesi gerektiğini savunan liberal söylemler küresel olarak yaygınlık kazandı.
Neoliberal politikaların en önemli darbesi eğitime oldu. Eğitim sistemini serbest piyasanın içine alarak kâr amaçlı bir ticari kurum haline getirip, eğitimin paralı hale gelmesiyle, yurttaşlar arasındaki eşitlik sağlayıcı niteliğinin ve meşruiyetinin imhasına yol açtı. Bu değişim demokratik bir toplumsal yaşamı yok ederken, ehliyetsiz ve liyakatsiz insanların hak etmedikleri konumlara gelmesine neden oldu. Ve fırsat eşitliğinin yok olmasıyla, buna bağlı olarak ‘bilgi’ gerçek sahibine ulaşamadığından dolayı ‘bilgi de haliyle reddedebilmiş oldu. Bu bir toplumsal travmadır.
Ama bu aynı zamanda siyasi bir tercihti.
1930 ile 2000 yıllarının arasındaki kalite farkının kıyasını buna göre yapmakta yarar var.
Liyakatin birbirine benzeyen birçok tanımı mevcuttur. ‘Liyakat’; görevi başarıyla yapabilme gücü olarak bir şeylere layık olmayı ve başarılı olma karşılığında ‘hak etme’ anlamını taşımaktadır.
Mevlana’ya göre, toplumda barışın, adaletin, huzurun sağlanması ancak ehliyet ve liyakat sahibi insanların iş başına getirilmesiyle mümkün olabileceğini savunur.
Futbol dahil, sosyoekonomik boyuttaki tüm kurumları ve içselleştirdikleri tüm kurgularını, 2000 yılı sonrası oluşan neoliberal politikalar üzerinden değerlendirdiğimiz zaman doğru analize ulaşma başarısını gösteririz. Burada bir ‘rant’ kurgusu var. Bir ‘bilgi’ imhası var. Bir liyakatsizlik var.
Sermayenin çıkar odaklı küresel kurgunu oluşturan politikaların yansıması; haliyle toplumsal odaklı tüm kurumları bertaraf ederek mutlu azınlığa hizmet edecek duruma getirildi. Bu sürecin içindeki politik ve onun hiyerarşik uygulayıcı aparatların birer model olma gerekliliği liyakatsizliği bir ihtiyaç olarak ortaya çıkarmıştır.
Belki biraz başınızı ağrıtıyorum ama, bu tanımlamaları ve analizleri yapmadan, yani büyük resmi görmeden toplum içindeki sosyal ve kurumsal modüllerdeki yozlaşmayı anlatmak ve anlamak mümkün olmaz.
Futbolda o modüllerden biridir.
Ne TFF’yi, ne TFF Genel Kurulunu, ne menajerleri, ne kulüpleri, ne teknik direktörleri ve ne de futbolcuları yorumlarken bu tanım ve analizlerin dışında tutarak anlatmak doğru değildir.
Liyakatsizlik hiyerarşisi TFF’de başlar. TFF’ye başkanı atanıyor ve genel kurul-ki delegelerin %90’nı profesyonel kulüplerden oluşmasına rağmen-atanan kişiyi seçiyorlar. Üstelik kendilerinin aday çıkartıp seçtirme gücüne sahip olmalarına rağmen…
Kulüp başkanları futbol ile ilgili hiçbir tasarrufu olmadan ve hiçbir şekilde futbolun iktisat kurgusuyla ilgili bir işletme modeline ve bilgisine sahip olmadıkları halde kulüp yönetiyorlar. Anadolu kulüplerinin tamamı siyasetin ortaya çıkardığı sermeye grubunun üyelerinden oluşmakta ki tamamının kökü feodal davranış kodlarına sahip ‘esnaf’ yapısından gelmektedir.
Ve menajerler… Futbolun gerçek patronları!
Devlet içinde oluşturulan servet transferi neticesinde dışarıya aktarılan sermaye nedeniyle ihtiyaç duyulan yapının dayanağı ‘rant’ ekonomisine üzerinedir. Bu da haliyle liyakatsiz bir kitlenin sorumluluğunu açığa çıkarmakta. Ekonomik ilişkiler bu ‘rant’ paylaşımında-futbol içinde bir arabulucuyu (!) zorunlu gördüğü için menajerlik müessesine ihtiyaç duymuştur. İşte bu müessese üzerinden teknik direktör ve futbolcu transferleri gerçekleşiyor.
Özellikle Burak Yılmaz’ın Beşiktaş süreci bu tanımlamanın her aşamasına riayet ettiği için özel olarak ilgilenilmesi gereken bir vakadır.
120 yıllık kulübün içine bu kadar kolay giren menajerler-ki başkan ve yönetim zaten onlar ile çalışarak yönetim mekanizması oluşturdular-kulübü kendi hareket alanına çevirdiler.
Şenol Güneş’in ekibinin tasviyesi, Şenol Güneş’in sesiz kalıp arkadaşlarını satması, Burak Yılmaz’ın getirilmesi, Güneş’in istifası ve Yılmaz’ın tek kalması bu sürecin menajerler tarafından yönetildiğinin ispatıdır. Yakup Kılıç ve Onana operasyonu da bunun en iyi örneğidir.
İlk 11 belirlemesindeki kurgunun temeli; taktiksel veya oyuncu kalitesinden çok menajerlerin kendi oyuncu talepleri üzerinden oluşturulmaktadır. BJK, son 20 sene içinde bu konuda açık pozisyona düşürülerek hedef takım haline getirildi. Ve süreç biteceğe de benzemiyor…
Burak Yılmaz’ın BJK operasyonundan sonra Montella’nın yardımcılığına getirilme operasyonunun dayanağı da aynı menajerin hamlesidir.
Çünkü bu ’rant’ kurgusu Türkiye’de her kurumu bağlayan bir model haline getirildi.
Ve her modül bir Türkiye’dir.
1903 yılında kurulan BJK, 2000 yılından sonra değişen yönetim anlayış ile menajerler üzerinden ‘rant’ alanı yapılamaya çalışılan yeni bir modül haline getirildi. Kültürel ve tarihsel derinliğe ciddi zarar verilmesiyle birlikte…
Ve her modül içinde birden çok Ahmet Nur Çebi, Emre Kocadağ, Erden Timur…İsmail Kartal, Okan Buruk, Burak Yılmaz, Emre Belözoğlu…bulunmaktadır.
Çünkü, futbol yönetim alanında belirleyici unsur kulüpler ve başkanlar olamadığından, siyasetin ülkeyi yönetme stratejisi futbol dahil etki gücü yüksek her kuruma müdahale ederek kendi kontrolü altında, kendi propagandasına uygun hale getirmektedir. Buradaki kişilerin donanımı veya ‘bilgi’ birikimi önemsiz olmakla birlikte, siyasete olan sadakati ve biati üzerinden kurulan ilişkiler daha belirleyici olmaktadır.
Liyakatsizlik hiyerarşisi bir model olarak topluma dayatılıp kabul gördükten sonra, tüm yöneticiler buna uyum sağlayarak mevcut konumlarını korumakta veya mevcut işlerini buna göre yönetmektedirler.
Bunun dışındaki tüm konuşmalar, mektuplar ve eleştiriler ‘miş’ gibi yapmanın dışında başka hiçbir şey ifade etmez.
Asıl tehlike, liyakatsizlik hiyerarşisi kurumsallaşarak geçerli bir yöntem haline gelmesidir.