Hasan Arat’ın gidişi sonrası mayıs ayına kadar Beşiktaş’ı yönetecek isimlere en çok sorulan soru, ‘ilkeleriniz ne?’ yerine ‘para bulabilecek misiniz?’ oldu. Onlar da afaki kaynak açıklamalarıyla güven tesis etmek yerine ‘acaba’ sorusunu kalıcı hale getirdi.
Çocukluğumuzda münazaraların konusu ‘kalkınmaya köyden mi yoksa şehirden mi başlamak lazım?’ olurdu. Günümüzde çocuklar, ‘günümüzde teknoloji yararlı mı zararlı mı?’ minvalinde tartışmalarla meşgul oluyor. Futbol endüstriyel bir kimlik kazandıkça, sadece Beşiktaş özelinde değil, genelde benzer bir tartışmanın bütün sıcaklığı ile gündemi belirlediği görülüyor.
‘Bir kulübü iyi yönetmek için yönetim becerisi mi gerekli yoksa para mı?’
HABER1903 farkını yaşamak için İNDİR..
Futbolun paydaşları açısından yumurta/tavuk hikayesi olarak da algılanabilir. Ancak bir yanda geleneğe dayanan kulüpler gerçeği var. Çoğu kendi yağıyla kavruluyor, taraftar tabiriyle ‘taş gibi’ takımlar ama şampiyonluk iddiası yerine değeri korumak öne çıkıyor. Diğer yanda ise her daim şampiyonluk iddiası olan takımlar var. Endüstriyel futbol gerçeğinde iyi bir pazarlama ve marketing stratejisiyle hareket ediyorlar ve şampiyonluk odaklı hedeflerini bütçeden daha çok önemsiyorlar.
Türkiye’de de üç büyük kulüp bu kategoride değerlendirilebilir. Fenerbahçe otoriter ama paralı başkanlar dönemine devam ediyor. Gerek Aziz Yıldırım gerekse Ali Koç gerektiğinde kendi kaynaklarını kulüp için kullanabiliyor. Sponsorluklar, grup şirketleri ya da Fenerbahçeliliği galebe çalan büyük kuruluşlardan elde edilen fonlarla sağlanıyor. Başarı çıtası şampiyonluk olunca, Fenerbahçeliler 10 yıla yaklaşan özlemlerinin sağlanamamış olmasını yine yönetimler üzerinden tartışıyor.
Galatasaraylılar açısından eldeki gayrimenkullerin satımı/iadesi/yeniden satımı vb. süreçlerle elde edilen fonların akıllıca yönetimi sayesinde borç yükü azalmış görünüyor. Üç yıldır Şampiyonlar Ligi gelirleri ve stat ve taraftardan elde edilen gelirler de üst üste konduğunda tuzu en kuru olan yine şampiyonluk potasındaki Galatasaray gibi görünüyor.
Beşiktaş ise Türkiye gibi. Daha geçen hafta Çarşı’nın iktidara karşı sivil darbe girişiminden müebbet hapis cezası ile yargılandığı davada nihayet beraat açıklandı. Komik ama bu dava 11 yıl sürdü. Hasan Arat’ın sadece 362 günde kulübün borç yüküne neredeyse 100 milyon dolar eklemesi ve ardından sırra kadem basması ile Beşiktaş’ın mali krizinin yönetilmesi daha da güçleşti.
Art arda üç yıldır kasım ayında lige havlu atılması, futbolcuların umarsız davranışları, gelen hiçbir hocanın çare olamayışı gibi etkenler de eklenince kriz iyice içinden çıkılamaz hale geldi. Düşünün ki UEFA’ya verilmesi gereken ‘borcum yoktur’ mektubu için kısa vadeli 50 milyon dolar ihtiyacı olan, kazandığı her iki dolardan birini bankalara faiz olarak ödeyen bir kulüpten söz ediyoruz.
Beşiktaş’ın borçları her altı ayda bir 2 milyar lira artmaya başladı. Sürdürülebilirlik sorunu giderek vahim senaryoların konuşulmasına neden oluyor. Hâl böyle olunca da Hasan Arat’ın gidişi sonrası mayıs ayına kadar Beşiktaş’ı yönetecek isimlere en çok sorulan soru, ‘ilkeleriniz ne?’ yerine ‘para bulabilecek misiniz?’ oldu. Onlar da afaki kaynak açıklamalarıyla güven tesis etmek yerine ‘acaba’ sorusunu kalıcı hale getirdi.
“Beşiktaş Türkiye gibi” derken tam da bunu kastediyoruz. Nasıl ki hayata dönük beklentilerimiz demokrasi, ekonomi, hayat pahalılığı sac ayağına sıkıştıysa ve hepimiz maliye bakanı, dışişleri bakanı vb. bürokrasiden çok ülke meseleleri konuşur haldeysek, Beşiktaş’ta da hepimiz hoca, yönetici, ‘finans kartalı’ olmak zorunda kaldık. Niye? Çünkü ‘formanı giy, maçın keyfini çıkar’ dönemi çoktan geride kaldı. Sanki bakkala borçluymuşuz gibi ‘Beşiktaş bu paraları nasıl öder’ kaygısı ile keyfimizin içine edildi.
Neyse, bu tür yazılarda finalde umut dolu mesajlar verilir ve ‘enseyi karartmayın’ filan denir ya, benim böyle bir cümlem yok.
Zaten o goygoyu yapanların mağduru olmadık mı?
T24/ Rıdvan Akar